25 Eylül 2009 Cuma

BAŞTAKİLER VE BİZ

Bizi yöneten, dünyayı ellerinde tutan kimselerin bizim kadar akıllı
olması, bizim yapabileceğimiz kadarını yapması yetmez. Bizden çok
üstün değillerse bizden çok aşağı sayılırlar. Çok şeyler vadettikleri
için çok şeyler vapmak zorundadırlar. (Kitap 3, bölüm 7)

Başkalarından aktardığım sözleri kendi söylediklerimi
değerlendirecek biçimde seçebilmiş miyim, ona bakılsın.
Çünkü ben, kimi zaman dilimin, kimi zaman kafamın yetersizliği
yüzünden gereğince söyleyemediğim şeyleri başkalarına söyletirim.
Aktardığım sözleri saymam, tartarım. (Kitap 2, bölüm 10)

Kendimle oynadığım zaman, kimbilir; belki benim onunla
oyalandığımdan çok o benimle oyalanıyor. (Kitap 2, bölüm 12)

YASALAR ÜSTÜNE

Yasalar doğru oldukları için değil yasa oldukları için yürürlükte
kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir
şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Yasa koyanlar da çok kez
budala, ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl
olursa olsunlar, insandırlar sonunda, her yaptıkları şey ister istemez
sudan ve değişkendir.

Yasalardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne
vardır? (Kitap 3, bölüm 13)

Bir filozofu çiftleşirken yakalayıp, ne yapıyorsun diye sormuşlar: Bir
insan ekiyorum diye cevap vermiş serinkanlılıkla ve hiç utanmadan.
Sarmısak ekerken görülmekle bu işi yaparken görülmek arasında
ayrım yokmuş onun için. (Kitap 2, bölüm 12)

OKUYUCUYA

Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki,
ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sana
hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç aklımdan geçmedi;
böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı yakınlarım
için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri
zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri, daha ayrıntılı ve daha
canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir,
bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, doğal
ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü
ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir
adam olduğum, edebin, terbiyenin izin verdiği ölçüde, açık olarak
görülecektir. Hala ilk doğa kanunlarının rahat serbestliği içinde
yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi
tastamam ve çırılçıplak da gösterirdim. Kısacası, okuyucu, kitabımım
özü benim: Boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya
harcaman akıl karı olmaz. Haydi uğurlar olsun.
(Montaigne 1 Mart 1580)

İNSAN VE EVREN

Bizim köyde bağları kırağı çaldı mı, rahip efendi tanrının insanlara
kızdığını, aynı afetin yamyamların bağlarına da düştüğünü ileri sürer.
İç savaşlarımız karşısında da herkes: Dünya bozuldu, kıyamet günü
yaklaştı diye vahlanır. Oysaki dünyada daha ne kötü şeyler oldu. Hem
sonra kimbilir biz bu haldeyken dünyanın kaç yeri gül gülistandır.
Başına dolu yağan, dünyanın dört bucağını fırtına içinde sanır.
Savoielı köylü demiş ki: Şu akılsız Fransa kralı biraz işini bilse pekala
bizim beyin kahyası olabilir. Adamın hayal gücü efendisinin üstünde
bir büyüklük tasarlayamıyor.

Hepimiz, farkında olmadan bu çeşit yanılgılara düşeriz ve bundan
çok büyük zararlar görürüz. Ancak doğa anamızı bütün genişliği
içinde seyredebilen, onun durmadan değişen sınırsız yüzünü
görebilen, değil yalnız kendini, bütün memleketi o evren içinde ufacık
bir nokta olarak düşünebilen insan her şeyin gerçek değerini
kestirebilir. (Kitap 1, bölüm XXX)

YARARLI VE GÜZEL ÜSTÜNE

Eskiden, Epaminondas'ı üstün insanların en başına koymuştum; bu
düşüncemi bugün de değiştirmiş değilim. Kendi kendisine yüklediği
ödevlere ne kadar saygılıydı bu insan. Yendiği insanlardan hiçbirini
öldürmedi. Yurdunu özgürlük dediğimiz o paha biçilmez nimete
kavuşturmak için zorbaları ve suç ortaklarını biçimsel adalete
uymadan, vicdan rahatlığıyla öldüren bu adam, düşmanları arasında ve
savaşta bir dostunu, bir konuğunu ya da kendisini konuklayanı öldüren
yurttaşlarını, ne kadar iyi bilinseler, kötü sayıyordu. İşte, zengin ruh
yaratılışı buna derim ben. En sert, en kaba insan eylemleriyle,
filozofların bulabileceği en ince iyiliği ve insanlığı uzlaştırabiliyordu.
O azgın yürek, o acıya, ölüme, yoksulluğa öylesine dayanan o demir
yürek nasıl oluyor da, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en tatlı, en
babacan duygularla yumuşayabiliyordu? Kendisinden başka herkesi
yenmiş bir ulusu, kılıç ve kan dehşetiyle allak bullak eden insan,
böylesine bir kargaşalık içinde, düşmanları arasında bir dosta, evinde
kaldığı bir insana raslayınca kuzuya dönüyordu. Savaşı, en azgın
anında, kıran kırana, kan gövdeyi götürürken iyi duygularla
dizginlemesini bilen kişi, savaşa komutanlık yapmasını gerçekten en
iyi bilen kişidir. Böylesi azgınlıklar içinde en ufak bir adalet örneği
gösterebilmek bir mucizedir. Yalnız Epaminondas'ın sertliği, en
yumuşak, en temiz, en tatlı insanlık duygularıyla kaynaşmasını
başarabilmiştir. Kimi komutanlara göre, silahlı insanlar karşısında
yasalar sökmezken, kimine göre, adalet zamanı başka, savaş zamanı
başka iken (Caesar) kimine göre silahların sesi yasaların sesini
duymaya engel olurken (Marius), bizim Epaminondas savaşta en ince
kibarlıktan, insanlıktan ayrılmasını biliyordu. Belki savaş azgınlığı ve
hoyratlığını, Musa'ların, sanat ve bilim perilerinin tatlılığı ve güler
yüzleriyle yumuşatmasını düşmanlarından öğrenmişti.

Epaminondas kadar büyük bir eğiticiden sonra diyebiliriz ki,
düşmanlarımıza bile yapılması doğru olmayan şeyler vardır ve ortak
yarar özel yarardan her şeyi istememelidir.

Manente memorla etlam in dissidio puslicorum faederim privati
furiş. (TitusLivius)

Kamusal bozuşmalar ortasında kişisel haklar unutulmadığından.

Et nulla potentia vires

Prraestandi, ne quid pecet amicus, habet; (Ovidius)

Hiçbir devlet gücü hak veremez

Dostluk bağlarının koparılmasına.

Ne kralına hizmet için, ne kamu yararı, ne de yasalar uğruna her şeyi
hoşgörebilir iyi bir insan:

Non enim patria praestat omnibus officiis ..... et ipsi
condusit pios hasere cives im parentes. (Cicero)

Çünkü yurt bütün ödevlerin üstünde değildir ve yurttaşların
yakınlarını sevmesi yurdun yararınadır.

İç savaşlarla geçen zamanlarımıza uygun bir ders veriyor bu sözler.
Kuşandığımız zırhların yüreklerimizi katılaştırması hiç de gerekli
değil; sırtımızın katılaşması yeter. Kalemlerimizi mürekkebe
batırmakla yetinelim, kana batırmayalım. Dostluğu, kişisel bağları,
verdiğimiz sözü, yakınlarımızı kamu yararına devlet uğruna hiçe
saymak büyük bir yiğitlik ve eşine az raslanır yaman bir erdemse eğer,
kendimizi özürlü göstermek için diyebiliriz ki bu kadar büyüklüğü
Epaminondas'ın büyük yüreği bile kaldıramamıştı.

Şöylesine azıtılmış bir ruhun kudurmuşca kışkırtmalarından da nefret
ediyorum doğrusu:

Dum tela micant, non vos pietatis imago Ulla, nec adversa conspecti
fronte parentes Commoveant; vuftus gladıo turbate verendos. (Lucianus)

Kılıç kından çıkınca bütün duygular susmalı! Karşı cephede
babalarınrzı da görseniz Paralayın suratlarını yalın kılıcınızla.
Sütü bozuklara, kana susamışlara, hainlere, haklı görünerek cinayet
işlemek fırsatını vermeyelim.

Öylesine azgın, amansız bir adaleti bırakalım; daha insanca
davranışlardan örnek alalım. Zaman ve olaylar neler öğretmiyor
insanlara! Cynna'ya karşı girişilen iç savaşta, Pompeius'un bir askeri,
karşı tarafta savaşan kardeşini farkına varmadan öldürünce, utanç ve
kederinden hemen kendini de öldürüyor. Birkaç yıl sonra aynı halkın
bir başka iç savaşında askerin biri de kardeşini bile bile öldürdüğü için
komutanlarından ödül istiyor!

Bir eylemi yararlı olduğu için dürüst ve güzel saymak yanlıştır;
herkesi o eyleme zorlamak, yararlı diye herkes için onurlu olacağı
sonucuna varmak doğru değildir:

Omnia non parüer rerum sunt omnibus apta.

Her şey tıpa tıp uygun değildir herkese.

İnsan toplumunun en zorunlu, en yararlı eylemini, evlenmeyi alalım.
Azizlere göre güzel ve dürüst olan evlenmemektir; en şerefli
saydıkları görevlerinde evlenmeye yer vermezler: Oysa biz haralarda,
yalnız az değerli hayvanların çiftleşmesine engel oluruz. (Kitap 3,
bölüm 1)

SEVENLER VE SEVİLENLER

Doğanın gerçekten bir yasası varsa, daha doğrusu hayvanlarla bizim
her yerde ve her zaman ortak bir içgüdümüz olabilirse (ki tartışma
konusudur) ben kendi hesabıma diyebilirim ki, her canlının kendini
koruma ve zararlardan kaçma çabasından sonra dölleyenin dölüne
beslediği sevgi bu alanda ikinci yeri tutar. Ve doğa, kurduğu
makinenin yedek parçalarını çoğaltıp sürdürmeye, hep daha ilerisini
sağlamaya bakıp bizden öyle istediği için, sevginin geriye doğru,
çocuklardan babalara karşı pek o kadar büyük olmamasına şaşmalı.
Buna Aristoteles'in düşüncesini de eklersek, birisine iyilik eden onu,
onun kendisini seveceğinden daha çok sever; borçlunun borçlu olduğu
kimseyi daha az sevmesi gibi. Her işçi de işini daha çok sever. Kaldı
ki biz var olmaya düşkünüz, var olmaksa devinmek, iş görmektir.
Onun için herkes işinde var oluyor gibidir. İyilik eden güzel, dürüst
bir iş görür; iyilik edilense bir yarar görmüş olur sadece. Ama
yararlılık doğruluktan daha az sevgi değer bir şeydir. Doğruluk
temelli, süreklidir; insanın ondan göreceği karşılık değişmez.

Yararlılık yiter, elden kaçar kolayca; anımsaması da ne uzun sürer,
ne de hoş gelir insana. En zora yapılan şeyi en çok severiz. Vermekse
almaktan daha zordur. (Kitap 2, bölüm 8)

ÖLÜMÜN TADINA VARMAK

Cicero'nun mektuplaştığı Pomponius Atticus hastalığında, damadı
Agrippa'yı ve iki üç dostunu çağırmış, demiş ki onlara: İyileşmeye
çalışmaktan hiçbir kazancım olmadığı kanısına vardım. Hayatımı
uzatmak için her yaptığım şey acılarımı da uzatıp artırıyor. Onun için
hayatıma da hastalığıma da son vermeye kararlıyım. Bu kararımı
hoşgörmenizi ve herhangi bir durumda beni vazgeçirmeye
çalışmamanızı dilerim. Kendini açlıkla öldürme yolunu seçen
Pomponius nasılsa birden iyileşivermiş: Ölmek için bulduğu yol
sağlık getirmiş ona. Hekimler ve dostları bu mutlu olayı kutlayıp onun
rahatlamasına sevinirlerken aldanıyorlarmış meğer; çünkü iyileşen
hastayı kararından vazgeçirememişler ne yaptıysalar. Diyormuş ki
Pomponius: O türlü, bu türlü nasıl olsa bir gün bu adımı atmak
zorunda kalacağım; bu kadar ileriye gitmişken ne diye bırakıp bir daha
yeni baştan zora sokayım kendimi. Adam ölüme öyle alıştırmış ki
kendini, korkmak şöyle dursun can atar olmuş ona. Giriştiği savaşın
doğruluğuna inandığı için onu bir an önce bitirme çabasına düşmüş.
Ölümü böylesine tadarak, içine sindirerek beklemek, ölümden
korkmaktan çok ötede bir şey.

Filozof Cleanthes'in serüveni de pek benzer buna: Diş etleri şişmiş,
çürümüş ve hekimler çok sıkı bir perhiz vermişler ona. İki gün ağzına
bir şey koymayınca öyle iyileşmiş ki hekimler artık eskisi gibi yiyip
içebileceğini söylemişler. Ama o, perhizin verdiği baygınlığa benzer
durumun tadına vararak geri dönmemeye karar vermiş ve bir hayli
yaklaştığı yere adımını atmış.

Romalı delikanlı Tullius Marcellinus çektiği bir hastalığın acılarına
katlanamaz olmuş. Hekimleri hemen değilse de mutlaka iyileşeceğini
söylemişler ama delikanlı hayatına son vermek istemiş ve dostlarını
çağırıp ne düşündüklerini sormuş. Kimi, diyor Seneca, kendi
korkaklıklarına uygun öğütler vermiş; kimi, dalkavukça, delikanlının
hoşuna gideceğini sandıklarını söylemiş; ama bir Stoalı şöyle demiş
ona: Uğraşma Marcellinus, önemli şeyler üstüne kafa yorarmış gibi.
Büyük bir şey değildir yaşamak: Uşaklar da, hayvanlar da yaşıyor ama
dürüstçe, akıllıca ve sağlam yürekle ölmek büyük bir şeydir. Düşün
nedir kaç zamandır yaptığın, hep aynı şey: Yemek, içmek, uyumak;
içmek, uyumak ve yemek. Hep bu çember içinde dönüp durmaktayız
gerçekten. Yalnız başa gelen dertler, dayanılmaz acılar değil,
yaşamaya doymak da ölümü istetir insana. Marcellinus kendisine öğüt
verecek olanı değil, yardım edecek olanı arıyordu. Hizmetçiler bu işe
karışmaktan korkuyorlardı. Ama o filozof anlattı ki onlara, yalnız
efendilerinin kendi isteğiyle ölüp ölmediği bilinmediği zaman
hizmetçilerden kuşkulanır herkes; onun dışında, efendisinin ölmesine
engel olmak onu öldürmek kadar kötüdür çünkü:

Invitum qui servat idem facit occidenti (Horatius)

Ölmek isteyeni kurtarmak öldürmekle birdir.

Sonra Marcellinus'a şunu da anlatır ki, nasıl yemek bitince
soframızdan arta kalanı seyircilere dağıtırsak, hayat bitince de
işlerimizi yönetenlere bir şeyler dağıtmak yerinde olur. Marcellinus
açık ve cömert yürekli bir insanmış: Hizmetçilerine paralar dağıtmış
ve avutucu sözler etmiş hepsine. Sonra da bıçaklara, kanlara
başvurmamış. Bu dünyadan kaçmak değil, kalkıp gitmek istemiş
sadece; ölüme sırt çevirmemiş göğüs germiş.

Sen mi güçlüsün ben mi, diyerek yemeyi içmeyi kesmiş; üç gün
sonra üstüne ılık sular döktürerek yavaş yavaş kendinden geçmiş,
geçerken de bir çeşit keyif duyduğunu söylemiş. Gerçekten de
bitkinlikten yürekleri durur gibi olanlar hiçbir acı çekmediklerini,
tersine, bir uykuya dalma, rahatlama duygusu içinde olduklarını
söylerler. (Kitap 2, bölüm 13)

YAŞAMA BAĞLILIK

Bütün insanlar cılız varlıklarına öylesine bağlıdırlar ki, sağ kalmak
için razı olmayacakları hiçbir kötü durum yoktur. Bakın Maecenas ne
diyor:

Debilem facito manu,

Debilem pede, coxa,

Lubriscos quate dentes:

Vita dum superest bene est.

Tek kollu da kalsam,

Kötürüm, damlalı da olsam

Sökülse de bütün dişlerim:

Ne mutlu bana yaşıyorsam.

Timurlenk cüzamlılara karşı uyguladığı görülmedik zalimliğini
insanseverlik diye yutturuyordu. Her rasladığı cüzamlıyı öldürtürken,
onları böylesine acılı bir yaşamdan kurtarmış olacağını söylüyordu.
Oysa onlar ölmektense üç kat daha cüzamlı olmaya razıydılar.

Filozof Antisthenes, ağır hasta yatarken bağırıyormuş; kim
kurtaracak beni bu acılardan, diye. Onu görmeye gelmiş olan
Diogenes: İşte bu seni hemen kurtarır, istersen, diyerek bir hançer
uzatınca ona: Yaşamaktan değil, acılarımdan kim kurtaracak? demiş
Antisthenes. (Kitap 2, bölüm 37)

MUTLULUĞUN BİZE GÖRELİĞİ

Zenginlik bize ne iyilik eder, ne de kötülük: Her ikisi için de
malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan ruhumuz ve malzemeyi
dilediği gibi evirir, çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun
tek nedeni ve sorumlusu kendisidir.

Dış varlığımız tadını ve rengini iç varlığımızdan alır nasıl ki
giysilerimiz bizi kendi sıcaklıklarıyla değil bizim sıcaklığımızla
ısıtırlar: Onu koruyup beslemektir yalnız görevleri. Onları soğuk bir
bedene giydirirseniz, soğukluğu korur ve beslerler: Kar ve buz öyle
saklanır...

Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim
gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve
yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması
gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek
suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız,
nasıl görüldüğü de önemlidir. (Kitap 1, bölüm 14)

KİTAPLAR VE İNSANLAR

Ne yapacağız bu insanlarla? Yalnız kitaba girmiş tanıklıklara önem
veriyor insanlara kitaba girmedikçe, doğruluğu geçerli yaşı olmadıkça
inanmıyorlar. Budalalıklarımızı harflere dökünce saygınlaştırmış
oluyoruz. Okudum demek, birinden duydum demekten çok daha ağır
basıyor. Ama ben insanların ellerini ağızlarından daha inanılır
bulmadığım, konuşurken saçmaladığımız kadar yazarken de
saçmaladığımızı bildiğim ve bizim çağımızı geçmiş başka bir çağdan
ayırmadığım için, Aulus Gellius ya da Mavrobius kadar benim bir
dostumu, onların yazdıkları kadar benim gördüklerimi öne sürebilirim.
Onlar nasıl erdem için uzun sürmekle daha büyük olmaz diyorlarsa
ben de doğruluk için, yaşı büyüdükçe akla daha yakın olmaz diyorum.
Sık sık söylerim: Örneklerimizi hep yabancılardan ve okul
kitaplarından vermemiz ahmaklıktır düpedüz. Örnekler, Homeros'un,
Platon'un zamanında olduğu kadar boldur bugün de. Ama biz
düşüncenin doğruluğundan çok, ömeklerin gösterişi peşindeyiz;
kanıtlarımızı kitapçı Vascasan ya da Platin dükkanından alıp
kullanmak kendi köyümüzde gördüklerimizden çıkarmaktan daha
üstün bir doğruluk sağlarmış gibi. Ya da belki gözümüzün
önündekileri ayıklayıp değerlendirmeye, onları sıcağı sıcağına
eleştirip örnek haline getirmeye yatkın değil kafamız. Çünkü, kendi
tanıklığımıza güvenecek kadar bilgin ve yeterli değiliz dersek, yersiz
söz etmiş oluruz. O kadar ki, bence, en orta malı, en çok bilinen, en
gösterişsiz şeyleri kendi ışıklı yanlarından görebilirsek, onlardan
doğanın en büyük mucizeleri, ömeklerin en zenginleri çıkarılabilir,
özellikle insan eylemleri konusunda.

SAKLANAN KÖTÜLÜKLER

Günahlarımızı ortaya dökmek, ayıp olsa bile, bunun örnek olup
herkese uygulanması tehlikesi pek yoktur. Aristo der ki, insanların en
çok korktukları rüzgarlar, saklı yerlerini açan rüzgarlardır.

Alışkanlıklarımızı saklayan o saçma örtüleri sıyırıp atmak gerekir
aslında. Niceleri vicdanlarını kerhaneye gönderip davranışlarını
kurallara uyduruyorlar. Hainler, katiller bile nezaket kurallarını
benimsiyor, ödevlerini bundan ibaret sayıyorlar. O kadar ki
haksızlığın kibarlıktan yana, kötülüğün edepten yana bir eksiği
olmayabiliyor. Ne yazık ki kötü insan budala da olmayıp kötülüğünü
edep altında saklamasını beceriyor. (Kitap 3, bölüm 5)

İNSANA GÜVEN GÖSTERMENİN YARARI

Adamın biri evimi ve beni bir pusuya düşürmeyi kurmuş. Kurnazlığı
kapıma önce yalnız gelip içeriye girmekte biraz telaş göstermek oldu.
Kendisini adından tanıdım; komşum ve az çok da benden yana olduğu
için ona güvensizlik gösteremezdim. Herkes gibi ona da kapımı
açtırdım. Bir de baktım adam korkular içinde, atı soluk soluğa, bitik
bir halde. Şu masalı anlattı bana: Bizden yarım fersah ötede, benim de
tanıdığım, kavgalı olduklarını bildiğim bir düşmanıyla karşılaşmış;
düşmanı dolu dizgin ardına düşmüş; gafil avlandığı ve yanında az
adamı olduğu için can havliyle benim kapıya dar atmış kendini;
adamlarını çok merak ediyormuş; ya ölmüş ya da yakalamışlarmış.
Ben saflıkla onu avutmak, güvenlendirek ve ferahlatmak için elimden
geleni yaptım. Az sonra, askerlerinden dördü beşi aynı surat ve aynı
telaşla içeri girmek istediler; ardından başkaları, daha başkaları sökün
etti; yirmi beş otuz kadar oldular; hepsi tepeden tırnağa silahlı ve
hepsi düşmanlarından kaçma numarası yapmakta idiler. Bu kadarı
bende kuşku uyandırmaya başladı. Ne zamanlarda yaşadığımızı,
benim evim ene kadar göz dikildiğini biliyordum ve tanıdıklarım
arasında böyle baskınlara uğramış olanlar vardı. Ne var ki, başladığım
nezaketi sonuna götürmemekte bir kazancım olmayacağı ve caymakla
bütün ipleri koparmış olacağımı düşünerek, her zamanki gibi, işi
oluruna, en doğal ve basit yoluna bırakıp hepsine kapımı açtırdım.
Doğrusu, ben aslında yaratılıştan güvensizliğe ve kuşkulara düşmeyen
bir insanımdır.

Bana kötülük edenleri dinlemeye, hoşgörmeye çalışırım. Ejderhalara
ve mucizelere nasıl inanmıyorsam, çok büyük tanıklar olmadıkça
insanlarda doğa dışı korkunç canavarlıklar olacağına inanmam. Ayrıca
ben kadere seve seve boyun eğebilir, kendimi onun kollarına
bırakabilirim. Böyle oluşumdan da bugüne dek zarardan çok yarar
gördüm. Kader hep benden daha akıllı davranıp benim çıkarımı
benden daha iyi sağladı. Yaşamımda başarılmış zor, ya da belki
akıllıca denebilecek birkaç eylem vardır. Bilin ki bunlarda benim
payım üçte bir, kaderin payıysa en az üçte ikidir. Bence
başarısızlıklarımız kadere yeterince güvenmemekten ve elimizde
olmayan bir gücü kendi davranışımıza bağlamaktan geliyor.

Dilediklerimize varamayışımız çok kez bundan ötürüdür. Kader
insan aklına, onun zararına olmak üzere verdiğimiz hakları kıskanıyor
ve biz ne kadar artırırsak o da o kadar azaltıyor bu hakları...

Uzatmayalım, o adamlar at üstünde evimin avlusunda beklediler.
Şefleri benimle içeri girmiş, adamlarından haber alır almaz gideceğini
söyleyerek atının ahıra götürülmesini istememişti. Giriştiği işi artık
avucuna almış durumdaydı; geri kalanı eyleme geçivermesiydi yalnız.
Sonradan çok kez anlatmışlar bana; çünkü bu yaptığını anlatmaktan
sakınmıyordu hiç. Yüzüm, davranışım, açık yürekliliğim kalleşliği
söküp atmış içinden. Adamları vereceği işaret için hep gözlerine bakıp
dururken o birden atına bindi ve onlar bu kazançlı durumunu nasıl tam
sonunda bırakmasına şaşadursunlar, çekti gitti. (Kitap 3, bölüm 12)

CİNSEL EYLEM ÜSTÜNE

Cinsel eylem insanlara ne kötülük etti ki kimse utanmadan söz
edemiyor ondan, ciddi ve edepli konuşmalarda yer verilmiyor ona?
Hiç sıkılmadan öldürmek, çalmak, aldatmak diyebiliyoruz da ona
geldi mi kısıveriyoruz sesimizi. Neden acaba? Yoksa onun sözünü
ağzımızda ne kadar az harcarsak düşüncesi kafamızda o kadar
büyütmeye hak mı kazanıyoruz? Çünkü, bilirsiniz, en az kullanılan, en
az yazılan, en saklı tutulan sözler en iyi bellenen, en çok insanca
bilinen sözlerdir. Her yaşta, her baştaki insan onu ekmeği bildiği kadar
bilir. Dile, sese, harfe gereği olmadan herkesin içine yazılır. Suskunun
dokunulmazlığı içine kapamışız cinsel eylemi: Çıkarmak bir suçtur
ordan onu, suçlamak ve yargılamak için bile olsa. Ancak dolambaçlı
sözler ve resimlerle kırbaçlamaya kalkabiliriz onu. Böylesine
tiksindirici olmak bir suçlu için ne büyük onur: Adalet dokunmayı,
bakmayı suç sayıyor bu suçluya! Cezasının ağırlığı özgürlük,
dokunulmazlık kazandırıyor suçluya. Kitaplar için de öyle olmuyor
mu? Ne kadar yasaklanırlarsa o kadar daha çok satılıyor, o kadar daha
çok okunuyorlar. (Kitap 3, bölüm 5)

ÇİRKİNLİK ÜSTÜNE

En büyük değerlerin kusursuz bir örneği olan Sokrates'in o dedikleri
çirkinlikte, ruhunun güzelliğine aykırı bir yüze ve bedene düşmüş
olmasına pek içerlerim; o Sokrates ki güzelliğin aşığı, delisidir. Doğa
haksızlık etmiş ona akla ne yakın gelen, ruhla bedenin birbirine uygun
ve bağıntılı olmasıdır.

Ipsi animi magni refert quali in corpore locati sint; multa enim e
corpore existunt quae acuant mentem, mufta quae obdundant. (Cicero)

Ruhların yerleştikleri beden yapısının niteliği pek önemlidir; çünkü
birçok beden özellikleri vardır ki ruhu keskinleştirir; birçokları da
vardır ki körletir.

Cicero'nun körletici beden özelliğiyle demek istediği bozuk ve
biçimsiz bir yaratılış çirkinliğidir. Ama biz ilk bakışta ve genellikle
yüzde gördüğümüz, bizi sudan nedenlerle yadırgatan bir alımsızlığa
da çirkinlik diyoruz: üzgün, kusursuz organlar üstündeki tende, bir
lekede, bir yüz çatıklığında bilinmez nedenlerle hoşa gitmeyen bir
alımsızlığa. Dostum La Boetie'de çok güzel bir ruhun büründüğü
çirkinlik bu türdendi. Yüzeydeki bu çirkinlik, pek çarpıcı olmakla
birlikte ruh hallerine daha az zarar verir, insanların görünüşündeki yeri
de pek kesin değildir. Biçimsizlik, çarpıklık dediğimiz öteki çirkinlik
insanın içini etkileyebilir. Her iyi cilalanmış deri pabuç değil, ama her
iyi yapılmış pabuç içindeki ayağın biçimini belli eder. (Kitap 3,
bölüm 12)

İNSAN BİLGİSİ

Alçak gönüllüğünün başka bir çeşidi vardır ki; kendini yüksek
görmekten gelir. Birçok şeylerde bilgisizliğimizi kabul ederiz, akıl
erdiremediğimiz taraflar olduğunu edebimizle açığa vururuz. İsteriz ki
bizi dürüst namuslu adam bilsinler ve başka şeyleri bildiğimizi ileri
sürdüğümüz zaman inansınlar bize. Anlaşılmaz şeyleri, mucizeleri
uzakta aramaya ne gerek var, her gün gördüğümüz şeyler arasında
öyle anlaşılmaz gariplikler var ki; mucizeler oyuncak kalır onların
yanında. Bizi dünyaya getiren tohum, o bir damla akıt ne müthiş
şeydir. İçinde babamızın yalnız beden biçimi değil, duyguları,
düşünceleri, eğilimleri bile var. Bu bir damla su bunca halleri
neresinde saklıyor? (Kitap 2, bölüm 37)

RUH EŞİTLİĞİ

İmparatorla kunduracıların ruhları eş kalıptan çıkmadır. Kralların
gördükleri işlerin önemine ve ağırlığına bakarak, bu işlerin önemli ve
ağır nedenlere dayandığını sanırız, yanlış! Bizi işe süren, işten
alıkoyan nedenler, onlar için de aynıdır. Bizi komşumuzla
kavgaya sürükleyen neden, hükümdarları savaşa sürükler; uşağınıza
dayak atmanıza neden olan şey krala bütün bir ulusu mahvettirebilir.

Onların istekleri de bizimkiler kadar sudandır, ama kudretleri daha
fazladır; kral da, dilenci de aynı iştahla acıkırlar.

Kim bilmez ki delilik, özgür bir kafanın yiğitçe çıkışları, yüce ve
görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla çok yakın kapı
komşusudur.

BABALAR VE ÇOCUKLAR

Çocukların babalarına karşı duydukları, saygıdır daha çok.
Duygu düşünce alışverişleriyle beslenen dostluk onlar arasında
kurulamaz; dünyaları çok ayrıdır çünkü, üstelik doğal ödevleri de
örseler bu dostluk. Babalar bütün gizli düşüncelerini çocuklarına
açamazlar, yakışıksız bir sırdaşlık yaratmamak için; dostluğun baş
görevlerinden biri olan uyarmalar, akıl vermeler de çocukların
babalarına yapabilecekleri şeyler değildir. Kimi uluslarda çocukların
babaları, kiminde de babaların çocukları öldürmeleri adetmiş,
birbirlerine çıkarabildikleri zorlukları önlemek için, doğal olarak
birinin varlığı ötekinin yıkımına bağlı olduğu için. Babalarla çocuklar
arasındaki doğal bağları hor gören filozoflar da çıkmıştır Aristippos
bunlardan biridir. Kendisinden çıkmış olan çocuklarını nasıl olup da
sevmediği söylenince tükürmüş Aristippos ve demiş ki: Bu tükürük de
benden çıktı; bitler, kurtlar da çıkıyor benden! Plutarkhos'un
kardeşiyle barıştırmak istediği biri de şöyle der: Aynı delikten çıktık
diye kardeşimin büyük önemi olamaz benim için...

Babayla oğul apayrı mizaçlarda olabilirler, kardeşler de öyle.
Oğlum olur, akrabam olur, ama belalı, kötü, budala herifin biri de
olabilir. Hem sonra, yasaların ve doğal zorunluluğun bize buyurduğu
dostluklarda seçme ve isteme özgürlüğümüz azalıyor. Oysa bu
özgürlük sevgi ve dostluk kadar bizim diyebileceğimiz başka hiçbir
şey yaratamaz. (Kitap 1, bölüm 28)

KENDİNE ACINDIRMAK

Kendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça, yakışıksız bir duyumuz
vardır. Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah
dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür, şişirir, karşımızdakini
ağlatmak isteriz, neredeyse.

Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz,
ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılırız,
kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz.
Oysaki insan sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak.
Kendini yok yere acındıran gerçekten dertli olunca acınmamayı
hakeder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz olur. Kendini canlı
iken ölü göstereni, ölü iken canlı görebilir herkes. Öylelerini gördüm
ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli görecek diye ödleri kopar,
iyileşmiş sanılmamak için gülmelerini tutarlardı. Sağlık, kimseyi
acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey olurdu. İşin tuhafı, bu
gördüğüm kimseler kadın da değildi. (Kitap 3, bölüm 9)

TARTIŞMALAR

Azgın tartışmalar da keşke, diğer söz suçları gibi ceza görselerdi.
Hep öfkenin alıp götürdüğü bu düşünce çarpışmalarında insanın
etmediği kötülük kalmaz. İlkin düşüncelere çatarız, sonra da insanlara.
Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini çürütmek olduğu,
herkes çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey
gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet'inde
akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst
adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın
anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu nasıl bir yoldan
arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız. Ama yol
derken softaların ve allamelerin yollarını değil, sağduyumuzla
bulduğumuz doğal yolları kastediyorum. Tartışma ile neye varılabilir?
Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır
ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra neyi aradıklarını
bilmez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi
de kenarında kalmıştır. Kimi bir sözcüğe, bir benzerliğe takılır
kimi, söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız
kendi söylediklerini dinler başka biri de, kendine güvenemediği için
her şeyden kaçınır, hiçbir düşünceyi kabul etmez, ta başından her şeyi
karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını
açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar, mağrur bir
küçümseme ya da budalaca bir alçakgönülle tartışmadan kaçar. Bazısı
yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir; bazısı
da yalnız sesinin ve ciğerlerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar
kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar önsözlerle, yersiz
hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini
susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve bir Alman
kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç
bakmadan sizi bir sürü mantık çemberleriyle, diyalektik oyunlarıyla
kuşatıp boğmaya savaşır. (Kitap 3, bölüm 8)

Bütün toptancı yargılar çürük ve tehlikelidir. (Kitap 3, bölüm 8)

KÖKLEŞEN YANILMALAR

Bir kişinin yanılması bütün halkın yanılmasına yol açar, bütün halkın
yanılması da sonradan teklerin yanılmasına. Böylece yanlışlık elden
ele geliştikçe gelişir, biçimden biçime girer; o kadar ki işin en
uzağındaki tanık, en yakınındakinden daha çok şeyler bilir; olayı son
öğrenen ilk öğrenenden daha inançlı olur. Bunda da şaşılacak bir şey
yok; çünkü insan bir şeye inandı mı ona başkasını da inandırmayı bir
borç sayar, kolay inandırmak için de anlattığına dilediği gibi çeki
düzen vermekten, bir şeyler katmaktan çekinmez: Karşısındakinin
karşı koyma gücünü kırmak, onun kafasının alabileceğini sandığı gibi
konuşmak ister. (Kitap 2, bölüm 14)

Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir. (Kitap
1, bölüm 14)

ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE ( MONTAIGNE )

ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE

Özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan'ın bir köşesini bana
yasak etseler dünyanın tadı kaçar neredeyse. Hiçbir yerde saklı, eli
kolu bağlı yaşamak da istemem, orada pineklemektense alır başımı
havası, toprağı bana açık bir yere giderim. Hey Allahım! çekilir şey
midir ülkenin bir bucağına çivilenip kalmak? Niceleri, yasalarımıza
aykırılık ettiler diye kentlere, alanlara herkesin gidip geldiği yollara
uğrayamadan yaşayabiliyorlar. Benim hizmet ettiğim yasalar küçük
parmağımı bile köle etmeye kalksalar, nereye olsa gider başka yasalar
arardım. (Kitap 3, bölüm 13)

Cimrilik bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür. (Kitap 1, bölüm
14)

YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK ( MONTAIGNE )

Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı
gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey,
iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız
yok.

Caesar'ın ve İskender'in, en büyük işleri başarırken, doğal ve budan
ötürü gerekli ve akla uygun zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna
ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri dinç
bir yürekle günlük hayatın bir parçası haline sokmak, ruhu
sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş
saymışlarsa bilge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca
hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz
-Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca
işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek
olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim,
deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi?
Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara
ihtiyaç yoktur hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde
önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil,
ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza
dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst
yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar
kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır. Bir komutanın, az
sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle
serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete dalması, Brutus'un herkesin
kendisine ve Roma'nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada
gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sessizlik içinde
Polybius'u okuyup notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim
açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan
sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.

Ey benimle bunca çetin işler görmüş yiğitler,

Bugün, dertlerinizi şarapla giderin

Yarın engin denize açılacağız. (Kitap 3, bölüm 13)